YAŞAM VE DİL

İnsan ihtiyaçları her yerde aynıdır. Örneğin yemek, içmek uyumak vs.. Maslow bunlara evrensel insan ihtiyaçları der. Bu ihtiyaçları tablosunda şöyle sıralar. Fizyolojik ihtiyaçlar (Yeme, içme, dışkılama, cinsellik annelik gibi.), Güvenlik ihtiyacı, sevme-sevilme, saygı ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçları. İnsan nereye giderse gitsin bu ihtiyaçları beraberinde götürür. Çünkü insan bunlarla varolur.
Şimdi isterseniz biri birinden oldukça farklı yaşam alanlarına sahip olan bu yer yüzü denen yere yukarıdan avuçlayarak insanları bırakalım. Her bir avuç insan bir yere düşsün. Örneğin bir avuç insan çöle düşsün. İnsanların ilk yapacakları şey ihtiyaçlarını karşılamak olacağı için bununla ilgili ortamları bulmak ve ya oluşturmak olacaktır. Örneğin karnını doyurmak isteyecek ve bunun için çevresine bakınacaktır. Bu insancıklara yardımcı olmaya çalışalım. İlkin ne yiyecekler? Biz de bir bakalım. Bu insanlar çevrede yiyebilecekleri şeyleri bulabildiklerinde bunlara birer isim verecekler ve onları diğer şeylerden ayırt etmeye çalışacaklardır. İçmek için de bir şeyler aramaları gerekecek. Ayrıca uyku uyumak için bir ortam yaratmaları gerekecek. Sadece bir ortama değil galiba güvenli bir ortama ihtiyaçları olacak. Bütün bu faaliyetlerin dilde birer karşılıkları olması da gerekecek galiba. Örneğin, ev, barınak, içmek için (bulabilirsek) su, yemek için kaplumbağa vs.
Bir avuç insanı da buz dağlarının arasına bırakalım bu insanların neler yapacağına bir bakalım. Evrensel ihtiyaçlarını giderebilmek için galiba onların da benzer çabalar göstermesi gerekecek. Örneğin yemek içmek ve barınmak için bazı şeyler yapmaları gerekecek. Eskimoların yaşam tarzını incelersek insanların buzlardan evlerin içinde yaşamak için ne tür gelenekler, görenekler geliştirdiklerini görmek yeterlidir. Eskimoların dini inançlarından tutun da edebiyatlarına, müziklerine ve giyim tarzlarına kadar yaşamın bir çok alanında bu coğrafyanın etkisi olacaktır elbette. Nasıl ki çöldeki insanların hemen her şeylerinde çölün etkisi varsa öyle. Yaşamın her alanını etkileyen bir durumun dili etkilememesi elbette ki olanaksızdır. Yaşamda ne varsa bir yansıması dile olacak, ve yaşam ne kadar zengin alet ve edevattan oluşuyorsa dil de o kadar farklı kavramlardan oluşacaktır. Üretilen ve ya kullanılan her şeyin bir ismi olması çok doğaldır.
İnsancıkları uzaydan bırakmaya devam edelim. Bu sefer de deniz kenarına düşsünler. Bu insanların dilinde acaba hangi kavramlar yer alacak daha fazla? Ya da korkuları kaygıları içinde neler olacak? Bir yunan mitolojisini incelersek umarım biz bu konuda bazı ipuçları verebilir. Burada genellikle yaşam denizle başlar. İnsanları hayallerinde deniz-kızı ve benzeri unsurlarla beraber balık çeşitleri ve denizcilikle ilgili alet ve edevatlar daha fazla yerlerini alacaktır. Edebiyat eserlerinin yarısı karadan bahsetse de diğer yarısı denizle ilgili olacaktır.
İnsancıklarımızdan bir kısmını dağa, bir kısmını ovaya, diğer bir kısmını nehir kenarına bir yere bırakıp gözlemleyelim her seferinde. Onlardan biri olarak içlerine girelim bakalım biz neler yapacağız. Onların sorunlarını kendi sorunumuz yapalım , onlarla birlikte hareket edelim. Acaba evrensel insan ihtiyaçlarımızı gidermeye çalışırken neler yapmamız gerekecek? Bu açılardan bakarak inançlarımızı , yeme içme adetlerimizi, giyinme tarzımızı, insan ilişkilerini, ahlakı, gözden geçirelim. Bunu yaparken empatiyi gözden kaçırmadan bir olsak onların yerinde neler yapardık diye düşünmeye çalışalım. Bir de onların neler yaptıklarına bakalım. Bu insanların nelere kutsal dedikleri nelere iyi ya da kötü dediklerine bir bakalım. En önemlisi de dillerine konuştukları zaman kullandıkları kavramlara bir göz atalım. Şunu görebileceğimizi umuyorum.
Eğer bir nehir kenarında yaşıyorsak imkanlarımız doğrultusunda tarım yapmaya, balık tutmaya, etrafta ormanlık varsa ormandan yararlanmaya çalışırdık. Sadece tarım bir toplum için başlı başına bir kültür demektir. Yaşam tarzı açısından çok çalışmak ekin ekmek, kafayı toprakla meşgul etmek, bir buğday ne zaman ekilir? Ne zaman biçilir? Sorularına cevaplar bulmadan bu işi yapamazdık. Bu yüzden de konuşma dilinde kavramlarımızı oluştururken tarımın etkisinde çokça kalmamız gerekecekti.
Yerleşik hayatın tarımla başladığı söylenir. Tarımla ilgilenen eski toplumlara da medeniyet denilmiştir. Mezopotamya , Mısır, Hint ve Çin medeniyetleri çokça dile gelir. Dikkat ederseniz bu bölgeleri ortak noktaları tarıma uygun olmaları ve tarım yapılmasıdır. Tarımın bir takvime ihtiyaç duyması yüzünden buralarda sayı sayılmış, inançlar başlamış, dil de buna paralel olarak gelişmiştir. İnsanlar neyle ilgilenmişlerse ona göre bir dil geliştirmişlerdir. Özellikle inançların çeşitlenmesi dili daha da zenginleştirmiştir. Yaşam şekli beraberinde edebiyatı, sanatı, işi, dini, giyimi ve diğer günlük ihtiyaçlarla ilgili uğraşları geliştirmiş ve şekillendirmiştir.
Bu tespitlerden sonra dilin ne olduğu üzerinde yoğunlaşalım isterseniz. Önce birkaç deyim:
“Bir ulusun dili onun ruhudur; ruhu da dilidir.” (W. Wan Humkolt)
“Dil kültürün aynasıdır.” (K. Vossler)
“Eğer dil geliştirilmemiş olsaydı, insan insan olarak yaşayamazdı”. (Rossi Londi)
“Dillerimizin sınırları, dünyamızın sınırlarıdır”. (Wittgenstein)
“Dil bir yaklaşıma göre, düşüncelerin sözcük haline getirilmiş sesler aracılığıyla anlatılmasıdır.”(Ana Britanica)
Dilin önemini bir kez daha belirtmek için dünyanın en büyük düşünürlerinden biri olan Konfüçyüs’ü dinleyelim.
“Bir gün Konfüçyüs’e sorarlar, “Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu? Konfüçyüs soruyu şöyle yanıtlar, “Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Konfüçyüs kendini dinleyenlerin şaşkın bakışları arasında şöyle devam eder. “Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmasa yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamasa idare ve kültür bozulur. İdare ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dilden daha önemli değildir.”

Yukarıda anlatılanları da değerlendirirsek, bu konuda yazılan bir çok yazıyı da göz önüne alırsak şu noktaya varırız. İnsanların ihtiyaçları ne kadar aynı olsa da kendi aralarında kullanacağı dil yaşanılan yere göre, ihtiyaçların giderilme durumuna göre farklı olacaktır. Her yaşam yeri, her eko-sistem farklı diller farklı kavramlar yaratacaktır. İnsanlar aynı yerde yaşadıkları için biri birlerini bu kavramlarla daha iyi anlayacaklardır. Aynı babanın çocukları aynı dili konuşarak milletlere yükseleceklerdir. Her milletin bir dili olması son derece doğaldır.
Yıllardır Mezopotamya gibi bir yerde yaşamış, tarımın ve hayvancılığın her gelişimine tanıklık etmiş olan, anaerkil toplumun bütün ağırlığını sırtında hissetmiş, ataerkilliği, köleci toplumu, feodal toplumu yaşamış bir millet olan Kürt Milletinin de bu açıdan bakıldığında bütün bu süreçleri içeren bir dile sahip olması gerektiğini teslim etmek gerekir. Kürtler yaşadıkları yere göre yani nehir ova ve dağ coğrafyalarına göre bir dil geliştirmişlerdir. Bu alalarla ilgili oldukça zengin bir yapıya sahip bir dilleri vardır.
Dediğim gibi dağ, ova ve nehir kültürü açısından oldukça zengin bir dile sahip olan Kürtlerin denizle ilgili uğraşları çok az olduğu için Kürtçede bu konuda kavramlar da azdır. Bir Karadenizli kadar denizle ilgilenmemişlerdir. Bu yüzden deniz kültürü dile yansımamıştır. Bir yunan için denizkızı bir şey ifade edebilir belki ama bir kürt için bir şey ifade etmez. Denizle ilgili korkuları kaygıları bir yunanlıyla kıyaslanamaz elbette. Ancak onun yerine karasal bir kültürün etkisiyle yılanı hem bir korku hem de bir sevgi unsuru haline getirerek “Denizkızı” yerine o “Şahmaran”ı (Şahê Maran:Yılanların Şahı demektir) koyar. Yeni gelinlerin çeyizlerinde bu gün bile birçok yörede Şahmaran görmek mümkündür. Çünkü bu onun dünyasında dolayısıyla kültüründe daha fazla yer tutmaktadır.
Bunu düşünerek her toplumun kendini daha iyi ifade ettiği anadilinin de farklı olabileceğini de düşünmemiz gerekecektir. Her anadil içinde yaşadığı coğrafya öncelikli üretim tarzından ve burada yaşanan üretim ilişkilerinden etkilenerek oluşacaktır ve farklı olacaktır. Burada yaşayan bir çocuk daha bebeklik çağından başlayarak hayatının her alanıyla bütünleşen bu dilden başka bir dile geçiş yaptığında elbette ki bir çok farklılık da yaşayacaktır. Çünkü hiçbir dil kendi ruhuyla bütünleşen kendi coğrafyasıyla bütünleşen, kendi atalarıyla, atasözleriyle ve inançlarıyla bu kadar bütünleşen bu dilin tadını ve zevkini veremeyecektir. Kişi kendi kışını da yazını da kendi dilinde yaşadıkça belli bir doyum alır. Kendini ifade ederken her şey yerli yerine oturur. Başka bir dil başka bir coğrafyanın , başka bir yaşam tarzının sonucu olduğu için onun hayatında sürekli bir eksiklikle bir yavanlıkla ifade tarzı haline gelecektir.
Örneğin: Kürt coğrafyasında ortaya çıkan Zerdüşt inancı hemen her haliyle bu coğrafyada oluşan yaşam tarzını yansıttığından toplum her ne kadar Müslüman olsa da gizli ya da açık bu dinden bir çok öğe bulundurmaya devam etmektedir. Ateş bu topraklarda kutsal kabul edilmiştir. Çünkü bu topraklarda kış denen bir gerçeklik bulunmaktadır. Ateşsiz bir kış düşünülemez bile. Ancak İslam dini ateşi kötülemiştir. Onu cehennemden gelen bir nesne olarak sunmaktadır. Ateşin iyi bir şey mi olduğu kötü bir şey mi olduğu konusunda çölde yaşayan bir insanla tartışamazsınız bile. Gölgede bile 50 derece sıcaklık yaşayan bir Arap için elbette ateş kötü bir şeydir. Ve olsa olsa cehennemden gelmiştir. Ama bir Karslı bu konuda aynı fikirde olamaz. Güneş varken bile sıfırın altında 20 derece yaşarsanız ateşi kötü bir şey olarak düşünemezsiniz. Elbette karsa gelen bir Arap da bir Karslı gibi düşünecektir. Fakat bir inanç olarak Ateşin kötü bir şey olduğunu söylediğinizde ve bir karsıyı da buna inandırmak istediğinizde Karslı bu durumda kendine özgü bir yapıyla bu inancı benimseyecektir. Ya bu dünyada yaşadıklarını farklı düşünecek Ateşin öbür dünyayla bağlantılı olarak kötü olduğunu düşünüp bu dünyayı işe karıştırmayarak kabul edecektir ya da bu inancın yanlış olduğunu düşünecektir. Ya da bunu kendi eksikliği sayarak düşünmemeye çalışarak geçirştirecektir.

Bu durumda bir zorla kültürleme ya da asimilasyon durumunda bir toplumun kendi ruhsal özellikleriyle neredeyse birleştirdiği dilin yerine başka bir dil konulduğunda insanların kafası allak bullak olmakta ve doğru düşünme özelliklerini yitirmelerine yol açmaktadır. Önce dil gerçeği yansıtmamakta, inandığı şeyle yaşamsal gerçekler farklı olunca teorik olarak gerçekleşen bu uyumsuzluğu teorinin değil kendi eksikliği saymaktadır. Bu ise kendisini eksik ve düşünemez biri olarak algılayarak kendine olan güveni kaybetmesine yol açabilecektir.
Kendine güvenini yitiren toplumlar elbette başka toplumların sömürülerine açık hale gelmekte, kendi değerleriyle dalga geçerek başka kültürlerin peşine takılacaklardır.
Kürtlerin bu gün yaşadıkları durum budur. Önce inançlar değiştirildi. Sonra başka diller öğretildi. Varlığı inkar edildi. Tarih anlayışıyla oynandı. Geçmişi unutturuldu. Kendine güvensiz bireyler yetişti. Kendine güvensiz bir ulus yetişti. Bir kürdün kendisinden ulusundan nefret etmesi bu durumda doğal karşılanmalıdır. Kendinde olmayan bir milletin başkalarının peşine takılması gerekir bu durumda.
Kendi ayakları üzerine dikilmedikçe başkalarının yardımına muhtaç olmak bir kaderdir diyorum ben.
Birkaç söz:
“Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar”. K.Atatürk
“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır” Y.Emre
“Kendini bil” Sokrates

Bana göre kendini bilmek kendi gerçekliğini bilmektir. Hangi coğrafyada yaşadığını ve bu coğrafyanın gerçeklerini bilmektir. Kendisine en uygun yaşam tarzını seçmek kendi modasını yaratabilmektir. Kültürlerin inkarlarının bilimle yapıldığı, beyinlerin bu kadar rahat yıkanabildiği, emperyalist emellerin bu kadar kol gezdiği bir dünyada bu çok önemli.