Denemeler

Kişisel düşünceler ve felsefi yaklaşımlara yeni boyutlar

AYDIN KAVRAMI ÜZERİNE

Aydın kavramı çok sık duyduğumuz bir kavramdır. Bir çok şairin, yazarın,çizerin, politikacının ağzına sakız ağzına sakız olmuş, herkes keyifle bu kavramı çiğnemektedir. Her kavramda olduğu gibi bunda da derinliğine düşünme zahmetine girmeyiz. Bu kullandığımız kelime acaba neyi anlatıyor demeden kullanırız. Ya da kendimize göre anlamlar yükleriz. Örneğin devletin kendisini incittiği biri, “aydın insanı” devletin karşısına dikilen biri, din adamı dinine vakıf, onu iyi bilen müezzini, bir devlet adamı “ devletini seven ve onu koruyan bir milliyetçi olarak görür.

İnsanlar kavramlarını tanımlarken kendisi için önemli olan problemlerden yola çıkacaklardır, haklı olarak. Aydın kavramı bu problemin çözücü anahtarı olarak göreceklerdir. En azından problemin teşhis edilmesi olarak düşüneceklerdir. Bunu yapan kişiye ise aydın insan denilecektir tabii ki. Durum böyle olunca aydın kavramı her kişiye göre, her probleme göre değişik anlamlara gelecektir. Bu ise kavramın tanımını alabildiğine güçleştirecektir. Her kese her duruma uygun bir tanımının yapılması da bizim gücümüzün üzerinde bir durum olur. Çünkü insanların yaşamlarındaki problemlerin bir listesi çıkarılmaya kalkılırsa insanın bütün yaşamını tek satır atlamadan yazmak gerekir. Böyle bir iş de bizi aşar.

Aydın kavramının genel geçer bir tanımını olanaksızlaştıran sadece insansal sorunlar da değildir. Evrenimiz göz önüne alındığında her koordinatın evreni anlayışının farklı oluşu (yanı her noktadan evrenin farklı algılanışı) genel geçer bir bilgiyi olanaksızlaştırır. Örneğin dünyanın her noktasında ay değişik görünürken, ya da aynı noktada zamanla ayın algıları değişirken yıldızları, saman yolunu, kainatı ve bunların değişken konumlarını hesaba katmazsak bile, sadece dünyamızın iç dizaynını, ya da bir canlı organizmayı anlamaya çalışmak bir insanın ömrünü defalarca aşar.

Halbuki kavramın iddia ettiği gibi evren ya da toplumlar öyle bir insanın anlayışını bekleyecek ölçüde kendini dondurup beklemektedir. O kendi doğal yapısı içinde devinim halindedir. Ona düşen durup insanı beklemek değil, tam tersine insana düşen onu anlamak için peşinden koşmaktır.

Kavramın bir güçlüğü de sürekli gelişen ve yığılan hemen her alandaki bilgilerimizin artık bir insanı çoktan aşmasıdır. Bu yüzden yüzlerce uzmanlık alanı türemiştir. Bir uzman bile artık çok dar bir alanda da olsa hızla yığılan ve değişip gelişen bilgilere yetişmekte güçlük çekmektedir. Örneğin bir doktor tıp alanında her gün yazılan yazılara yetişmekte oldukça zorlanmaktadır. Tüm olanlara yetişmesi zaten olanaksız görünmekle birlikte genel anlamda da zorlanmaktadır. Kendi içinde uzmanlık alanlarına bölünmesinin nedeni de zaten bu değil midir? Doktorlarla ilgili olarak düşündüğümüz bu durumun aynısını bir marangoz için de düşünebiliriz yine bir araba tamircisi,bir felsefe öğretmeni ve sair bütün meslekler için düşünebiliriz. Gelişen ve değişen bir dünyada bir alandaki bütün değişikliklere yetişmek imkansızdır.

Hiçbir insanın tanrısal bir bilgiye ulaşamayacağı düşünülürse (Bu da ne demekse çok kullanılıyor) insanın her alanda eksiksiz bir bilgi sahibi olması olanaksızdır. Günümüz insanı bu türden çok iddialı sözcükleri kullanırken dikkat etmelidir. Eskiden içeriğinin belki de tam düşünülmemesinden dolayı kullanılan bazı sözcükler günümüzde kullanılmak için cesaret gerektirmektedir. Bu cesaret de ancak bir cahil cesareti olabilir.

Aydın kavramını Fransa’dan tanıyoruz. Rönesans ile başlayan çığıra aydınlanma dönemi denilmiştir. Bir dönemin insanları “dinsel dogmatizm ile mücadele eden ve skolastik gibi bir belanın karşısına dikilmek için kendilerine cesaret verecek ve heyecanlandıracak bir kavram bulmak durumundaydılar. Bu oldukça saygıdeğer çaba için gerekli bir çıkıştır. Aydın kavramının sihirli gücü onları cesaretlendirmeseydi bu günkü bilimsel aşamaya gelmemiz elbette ki hayal olacaktı. Bu insanlar gerçekten de kendilerini yakarak dinsel dogmatizm tarafından kap karanlık bir hale getirilen bu dünyayı aydınlattılar. Her biri yanan bir mum oldu. Kap karanlık bir gecede muma aydınlık denmez de ne yapılır. Bu günkü elektrik ampullerinin karşısında sönük kalmaları onların değerlerini düşürmez. Biz zaten bu anlamına karşı değiliz.

Asıl karşı çıkılan, kavramın ne kadar vatlık olduğunun belirtilmemesidir. Ve kavram mutlak bir aydınlık gibi bir iddiayı taşımaktadır. Bu şekildeki bir iddia kabul edilemez.

Şimdi bu yazıdan kafasını kaldırarak okur, bu kitaptaki “gerçek” başlıklı yazıyı bir daha gözden geçirirse aydın kavramı ile ilgili olarak neden bu kadar hassas davrandığımızı daha iyi kavrayacaktır. Bir insanın yaşamı onun gözlüğünü oluşturur. Psikoloji kitapları şunu söyler.”İhtiyaçlarımız algılarımızı, algılarımız ise dikkatimizi etkiler. Dikkat ve motivasyon ise bilgilerimizi etkiler. Bu etki zinciri bütün yaşamımızı, düşünce dünyamızı etkisi altına alır. Biyolojik, psikolojik, ekonomik, Sosyal-kültürel gereksinimlerimiz bilgilerimizi oluşturmuyor mu? En azından bu gereksinimlerimizle ilgili olan bilgilerimiz bizim için en önemli bilgilerimizi kapsar. Dünya görüşümüz de bu temel üzerinde yükselir ve şekillenir.

Bir insan ancak belli bazı konularda (o da kendince önemli gördüğü) tam olmamak kaydıyla bilgi sahibi olarak kabul edilebilir. Aydın kavramı bu açıdan kullanılırsa belik kabul edilebilir. Ancak o zaman da hemen her meslek sahibini, her bir şeyle ilgili ve az çok bilgili olanı aydın kabul etmek gibi bir tehlike doğar. Örneğin bir çoban, çobanlık mesleğinin aydını olur. O çobanlık konusunda kendini aydınlatmıştır. Çünkü bir marangoz, bir tamirci, bir politikacı vs. teknik bilgisine vakıfsa o insanların da (en azından) kendi branşlarının aydını olarak kabul etmek olanaklı olur. Bu sefer de meslekleri dışındaki konulara vakıf olamayacaklarından onlara mutlak anlamda “aydın” denemez. Çünkü biri biliyorsa on bini bilmiyorlardır. Bu kadar bilgisiz bir insana aydın demek çok sor geliyor. Çünkü daha önce de değinildiği gibi bu kavram artık kendini aydınlatmış, her alana vakıf olabilen bir iddiayı içerdiğinden, yaşamın hiçbir alanında karşılaşılacak bir durum değildir.

Hemen her konuda doğru davranışta bulunmak olanaksızdır. Çünkü bir kere doğru kavramı görecelidir. Bir konuda bazı insanlardan doğru bulduğunu bazıları yanlış bulacaklardır. Aydınlık kavramı belli bazı konularda geçmişten getirilerek biriken bazı deneyimlerin, bilgilerin sahibi olan ve göreli olarak kendi toplumunun üzerinde uzlaşabildiği, bir davranışı sergileyen kişi olarak tanımlanırsa; o zaman kendi toplumunun en iyi aydın olarak değerlendirilebilir. Ancak bir toplumda her kesin kabul ettiği bir değerden söz etmek olanaklı olmadığı için bu tanımı yaparken bile oturup düşünmekte fayda vardır.

Aydın kavramını mutlak anlamı ile kabul etmek olanaksızdır. Zamanı ve mekanı kabul etmek olanaksızdır. Zamanı ve mekanı durgun ve tekdüze gösteren hiçbir kavram kabul edilemez. Doğruların –eğrilerin iyilerin-kötülerin, kime göre nasıl algılandığı bilinemeyecek olan bir dünyada bu tür genel kavramların kullanılmamasında yarar vardır. Geçmişteki bazı yazarlara, filozoflara, peygamberlere aydın derken o dönemin koşulları göz önüne alınarak konuşulmalı ve gerçekten hakları ne ise o verilmelidir. Onları ne bazılarının yaptığı gibi çok abartmalı ne de tersine yerin dibine sokmalıdır. Bir yorumu başarabildiği oranda hakkında yorum yaptığı kişinin dünyasını tanımaya çalışılmalı, oraya girmeli, o bireyin düşünsel frekansını yakalamalı ve ona göre konuşmalıdır. Onlar hakkında konuşurken gerçek hakkını vermelidir.

Bu yapılırsa onların da onların temsil ettiği görüşlerin ve ya sistemlerinde gerçek frekansı yakalanabilir. Kimlikler ortaya çıkarılabilir. Bunu yaparken bilimsel objektiflikle ve demokratik hoşgörü asla göz ardı edilmemelidir. Böyle yapılmazsa söz konusu aydınları (!) asla anlayamayız.

İkram İşler

                                          KAVRAMLAR

Bütün düşünce dünyamız kavramlardan meydana gelir. Bütün düşüncelerimiz da düşüncelerimize göre olurlar. Böylece  kavramlar  davranışlarımızı  yönlendirirler.  Biz böyle olunca  bu “kavram” denen şeylerin neler olduğunu nasıl oluştuklarını incelemek gerekir. İpimizi ellerine geçiren bu kavram dediğimiz şeyleri kimler nasıl oluşturuyor acaba. Biz kavramlara göre düşünürken o kavramlarla ilgili olarak nelere dikkat etmeliyiz. Bizi başkalarının doğrusuna, kendi yanlışımıza da götürebilirler mi? Nasıl? Özellikle  günümüzde gelişen  teknolojik  olanaklarla beynimiz  her an yeni bir bombardımana tabi tutulmaktadır. Buna karşı ne yapmamız gerekiyor?  Bir de yanlış gelen bazı kavramların toplum tarafından önemsenerek korunması nasıl bir süreçte olanaklı hale gelebiliyor. Kavramlar bazen, çok iyi bir silah, bazen de çok tehlikeli bir zehir olabilen düşünsel araçlardır. Bunu   yaparken kendi kavramsal çerçevemizi gözden uzak tutmadan yapalım. O zaman olgusal bütünlüğü sağlamada  daha rahat  olacağız.

Aslında kavramların ne anlama geleceği ile ilgili olarak öyle nesnel bir ölçüden söz edilemez. İlle de şu kavram şu anlama gelecek diye bir şey yok. Bir kavram hangi  sınırlarda bir genişliğe sahipse  o kavramın etki alanı da o kadar sınırlıdır denebilir. Başka bir deyişle kavramlar, grupların içinde  oluşur. Bir ses  grubu olarak ortaya çıkar. Grup içinde  ona yüklenilen anlama göre önem kazanır. O kavram o grup bireyleri için de anlamlıdır. Grubun dışında herhangi bir anlamı yoktur. Bu grup etkili oldukça  ( etki alanını genişlettikçe) o kavramın da etkilediği insanların sayısı artar. Ancak ne keder geniş bir alana yayılırsa yayılsın, o  ortaya çıktığı  grubun bir gerçekliğini, bakış açısını, problemlerini ve grubun düşünsel dünyasını yansıtır. Kavramın daha geniş bir alana yansıtması, kavramdaki bu özü değiştirmez. Tam tersine o çevreyi o grubun gerçekliğine doğru sürükler. O grubu kurumlaştırır. Elbette ki her kavram başka insanlar tarafından algılanırken, kullanımda bazı değişikliklere uğrar. Ancak bu değişiklik o kavramın içeriği tam boşaltılıp yeni bir anlam yüklenilmeyince pek de önemli bir değişiklik olarak görülemez. Kavramın içi boşaltılırsa bile zamanla o ilk çıktığı gerçekliğe dönme tehlikesi her zaman vardır. Kavramlar belli bir dilden çıkar. O dilin etkili olduğu  yerlere gidince önemli bir değişiklik geçirmez. Dünya çapında  yayılmaya başlayınca bazı  değişmelere uğrasa bile genellikle o ilk bakış açısını korur. O kavramı kullanan kişi elinde olmadan o kavramı yaratanın açısından olaylara bakar.

Örneğin, “ uzak-doğu kavramı dünya haritasına baktığımız zaman, bizi Japonya, Çin, Hindistan gibi  ülkelere götürür. Hepimiz anlaşmış gibi “Uzak-doğu” adını bu bölgeye yakıştırmışızdır. Hiç düşündünüz mü,neden Uzak doğu kavramı orayı değil de başka bir yeri çağrıştırmıyor bize?  O bölge kime (daha doğrusu hangi ülkeye) göre uzak doğu olarak isimlendirilebilir. Şimdi dünya atlasını önümüze alalım ve bakalım. Uzak-Doğu, Yakın-Doğu, Orta-Doğu kavramları bizi merkez olan yere doğru yola çıkaracaktır. Bu merkez ya Avrupa, ya da Amerika olacaktır. demek ki Uzak-Doğu kavramını yaratan vatandaş bu iki yerden birinden bakarak bu kavramı oluşturmuştur. O zaman bize düşen, bu kavramın açısının gerçekten   nereden bakılarak oluşturulabileceğini diğer insanlara da gösterebilmek için bunu tespit etmek ve  kendi insanımıza sunmaktır.   Bir Amerikalının gözüyle baktığımızda Japonya’nın  gerçekten  doğunun uzak bir noktasında olduğunu görürüz. Bu kavramın en doğru olduğu yer şüphesiz ki  Amerika birleşik devletleridir.

Durumun Japonya’dan görünüşü hiç de böyle değildir. Yanı bir Japon çıkıp da kendisini  “Uzak-Doğulu” olarak nitelendirirse  yanlış yapmış olur. Neden  uzak doğulu olsun ki? Ona göre dünyanın ille de bir merkezi olacaksa, bu, neden Japonya olmasın?  Eğer o da kendisini bir Amerikalının gözüyle görmek istemiyorsa bu kavramı yanlış bulacaktır.  Yok eğer kendini bir Amerikalı sayıyorsa ve ne olursa olsun kendi gerçekliğini görmek istemiyorsa  söyleneni doğru kabul edecektir.

Atlası gerçekten Japon bir Japon’un eline verin ve dünyanın  Japonya’yı baz alarak  yeniden isimlendirmesini isteyin. Bakalım aynı kavramlara aynı anlamlar verilebilecek mi? Belki yönler den yine söz edilecek fakat  aynı yerleri aynı yönlere yerleştiremeyecektir.

Yine bir orta doğulu, bir Eskimo ya da  her hangi başka bir kişi  dünyayı yeniden isimlendirirse kendi bulunduğu koordinatları baz alacak ve dünyadaki diğer insanları ona göre isimlendirecektir. Özellikle de yerler için yakındaki, uzaktaki, sağdaki, soldaki  ülke gibi isimlendirmelere gidecektir.

Bu isimlendirme olayı sadece harita üzerinde olmaz. Felsefede ,edebiyatta, ve yaşamın  diğer  bütün alanlarında karşımıza çıkacaktır. Şimdi ben bütün bunları gördükten sonra  şöyle demez miyim?  “Neden sizin kavramlarınız, sizin  hikayeleriniz, romanlarınız bana yön versin? Ben Orta-Doğulu değilim. Ben kendi memleketimdeyim. Bana ille de bir isim verilecekse bu isimlendirmeyi ben yapacağım. Ancak o zaman size kendi gerçekliğimden söz edebilirim. Sizin kavramlarınız haklı olarak sizin gerçekliğinizden fışkırıp çıkmıştır. Benim gerçekliğim size nasıl görünürse görünsün, bana nasıl görünüyorsa  benim için o doğrudur. Ben kendi gerçekliğimi  sizin  gözünüzle görmek istemiyorum. Benim memleketimin asli unsur benim. Bu yüzden de kendi evimde benim kavramlarım geçerli olmalıdır. Bu da ancak benim rahat bir nefes alarak kendi kavramlarımı oluşturmamla mümkün olabilir. Beni rahat bırakın ve herkes kendi evinin kavramlarını oluştursun.

Amerikalılar uzun bir süre  Kızılderililere  “Vahşi”  dediler. Kızılderilileri kendileri için bir sorun olarak gördüler. Onların  bir “Kızılderili Sorunu” vardı.  Ancak  biraz tarih okuyan herkes o bölgede kimin “Vahşi” olduğunu bilir. Kim  kimin ülkesinde kime haksızlık ediyor. Amerika kıtasına oldukça geç bir dönemde çıkan Avrupalılar burada  yaşayan insanlar gördüler. Bu insanların topraklarına el koydular ve onların karşı koymasını da vahşilik olarak değerlendirdiler. Asıl vahşetin kendi yaptıkları olduğunu gizlemek için böyle yapmaları gerekiyordu. Kendileri  çok modern ve uygar (!) oldukları için onların hakkıydı Kızılderililere bunları yaşatmak.   Dağdaki gelecek bağdakini kovacak ve bunun adı da modernlik olacak, ne tuhaf. Kızılderili sorunu sözcüğü de sadece Washington uydurabilir. Başka kimse  için anlamlı bir kavram değil çünkü. Hele bir Kızılderili  için bu söz oldukça anlamsız ve düşmanca kabul edilebilecek bir sözcüktür. Çünkü bir Kızılderili kendisi için bir sorun  olamaz. Kızılderili bölgesinde  ise böyle bir sorun hiç olmadı. Yalnız beyazlar geldikten sonra bir beyaz sorunu yaşandı.  Nereden geldiği ve ne olduğu belli olmayan bir sürü serseri bir kıyıdan karaya çıktılar ve  her şeyi yakıp yıkmaya başladılar. Bunu da başlangıçta dostluk ile yaptılar. Sonra dişlerini geçirdikçe  yediler. Tüketene kadar bu böyle sürdü. Bu vahşiliklerini  örtmek için de buranın asıl yerlilerini  kendilerine haksızlık yapıyormuş gibi gösteren kavramlar uydurdular. Kısacası Kızılderili bölgesinde bir “Kızılderili sorunu” yok, tam tersine bir “Beyaz Sorunu” vardır.

Bunun gibi farkında olmadan ve üzerinde düşünmeden bir çok kavram kullanırız. Sürekli bir batıya, bir doğruya kayarız ve çoğu zaman bunun farkında bile olmayız.

Örneğin, İslamiyet ile  birlikte  düşünce dünyamıza giren her kavram bizi Arapların dünyasına mahkum eder. Orada hapsoluruz.  Duasından bedduasına kadar hemen her kavram  Arapların yaşamına bizi biraz daha yaklaştırır. Medeniyet kavramını  Medine’nin  isminden almışız. Kavramın ruhunda  Medinelileşmek  yatıyor. Medenileşin demek Medinelileşin ile aynı anlama geliyor.   Yanı kavramın çıkış noktasına göre Medineli gibi hareket ettiğinizde medeni oluyorsunuz. Bu kavramın  Türkçe’deki karşılığı “Uygarlık”tır. Bunun da çıkış noktası “Uygur” kavramıdır. Yanı eğer siz bu kavrama göre bir Uygur gibi hareket ederseniz o  zaman uygarsınız demektir. Yanı birine uygarlaş dediğinizde  farkında olmadan ona “Uygurlaş” demiş oluyorsunuz. Nasıl bir tuzak ile karşı karşıya olduğumuzu kavramları inceleyerek anlamamız mümkündür. En basit ve  masum bir kavram bile bizim dünyamızı ters-düz etmeye yetebilir. Bizi kendimize karşı savaştırabilir.

Bu çıkışa şöyle bir eleştiri gelebilir:”İyi de kardeşim biz, Medenileş deyince Medinelileşmeyi, ya da uygarlaş derken Uygurlaşmayı kastetmiyoruz ki.

Elbette ki bunu kastetmiyorsunuz. Sonra bu iki  unsur da (Medineliler ve Uygurlar) bu kavram ile anlatılmak istenen anlamı  hak etmiyor. Ne eski Medineliler, ne de eski Uygurlar bu günkü anlamda  öyle uygar ya da medeni unsurlar değildi. Eski Medinelilerin  medeni olduklarını söyleyemeyiz. Sağda solda kervan soyarak yaşamını sürdüren bir insan kitlesi  ne kadar  medeni olabilir. Aynı şekilde Uygurların  yaşamını nasıl temin ettikleri de biliniyor. Çöl bedevileriyle benzer bir ruhla hareket ederek, yaşamlarını sürdürüyorlardı. Yanı yağma ve kan üzerine kurulan yaşamlar ne kadar uygar olabilir.  Burada kastedilen  Medine’de  hiç iyi  ya da olumlu bir durumun olup  olmadığı sorunu değildir elbette.  Hiç kimseyi iyi ya da kötü olarak değerlendirmek istemiyoruz. Ancak bu günkü  medenilik kavramına  uygunluk  açısından yorumlamaktır.   Benzeri bir şekilde Uygur toplumunda  bu günkü anlamda iyi insan olup olmadığı değil, genel anlamda uygarlıktan kastedilen şeyin Uygur toplumunda olup olmadığıdır. Bazılarında var bazılarında yok olması gibi bakılırsa hemen her toplumda benzeri bir manzara ile karşılaşılır.

Siz bu kavramları  kastettiğiniz şekilde kullanın. Ancak bu kavramların sizi düşürmek istediği tuzaklara dikkat edin demekten başka bir şey demiyorum. Kavramları kendi istediğiniz gibi kullandıktan sonra onların size bir zarar vermesi zordur. Yine de benim size  önerim, kendi kavramlarınızı öncelikli kullanmanız.  Varsın çok  kaba olsunlar, ya da hiçbir çekicilikleri olmazsa bile onlar sizin doğrularınıza göre ortaya çıkmış olduklarından onları kullanmanızı tavsiye ediyorum. Hiç değilse  sizi  bunların kullanılmasından kaynaklanan bir tuzak beklemiyor. Sizi düşmanınızın  terminolojisine çeken her ne ise kendinizi kurtaramazsanız  onlara yem olmanız iş bile değildir.

Bazı kavramlar ise lastik gibi her insanın kendi istediği anlamı vermesi olanaklı hale gelmiş. Bu kavramlar nasıl istenirse o anlamlara gelebiliyorlar. Örneğin, bir arkadaş  soruyor:Bu kişi inançlı biri mi? Bu soruya siz muhatap oluyorsanız ve o arkadaşın neyi kastettiğini biliyorsanız o zaman işiniz kolay olur. Hemen bir cevap verebilirsiniz. Yok eğer bu soruyu sizin tanımadığınız bir kaynak soruyorsa neye göre cevaplayacağınızı düşünmeniz gerekir. Çünkü  soran kişi eğer Müslüman ise onun kastettiği şey farklı,  Hıristiyan ise farklı,  ve  eğer bu  bir ideolojik kişilik ise daha farklı bir şey soruluyor demektir.

Bir Müslüman bu soruyu soruyorsa o zaman bu sorunun anlamı şudur:”Bu arkadaş bir Müslüman mıdır?  Bir Hıristiyan soruyorsa o zaman, bu arkadaşın bir Hıristiyan olup olmadığı, yine bir ideolojik kişilik ise o kişinin kendisiyle aynı davaya inanıp inanmadığını soruyor demektir. Bu soru bir lastik gibi her anlama gelebilir

İnançsız insan olmaz. Bu sözün anlamı  ile bir din adamının anladığı bir durum da kastediliyor olabilir, ya da tam tersi bir durum da kastediliyor olabilir. Çünkü inançsız insan olmaz demek herkesin mutlaka bir şeylere inanması gerekir gibi bir anlam çıkar. Aslında hiçbir şeye inanmayan insanlar yaşama  umutlarını da yitirmek durumunda kalmış demektir.  İnsanlar ya bilimin geleceğinin daha iyi olacağına , ya da bir arkadaşın doğru söylüyor olduğuna, veya bir tanrının varlığına, ya da yokluğuna vs. gibi bazı şeylere inanırlar. Bir  davaya inanan insanlar da inançlıdır, bir  davanın olumsuzluğuna inanan insanlar da bir o kadar inançlıdırlar. “İnanç” kavramı  herhangi bir düşüncenin ya da dinin tekelinde olamaz.

Dediğim gibi kavramların hangi anlamlara gelebilecekleriyle ilgili olarak nesnel bir ölçü yoktur.  Bu yüzden kavramların  sizin dünyanızı yansıtıp yansıtmadığına  dikkat edin. Yoksa kendinize karşı iyi bir savaşçı yaparlar da haberiniz bile olmaz (bu duyguyu iyi bilirim).  Çünkü her kavram bir açıyı yansıtır. O açının kokusunu, tadını, problemlerini, inançlarını vs.  dile getirir.  Bu açı sizin açınız olmayabilir. Unutmamak gerekir ki her aşık kendi sevgilisini anlatır.