KAVRAMLAR

Bütün düşünce dünyamız kavramlardan meydana gelir. Bütün düşüncelerimiz da düşüncelerimize göre olurlar. Böylece kavramlar davranışlarımızı yönlendirirler. Biz böyle olunca bu “kavram” denen şeylerin neler olduğunu nasıl oluştuklarını incelemek gerekir. İpimizi ellerine geçiren bu kavram dediğimiz şeyleri kimler nasıl oluşturuyor acaba. Biz kavramlara göre düşünürken o kavramlarla ilgili olarak nelere dikkat etmeliyiz. Bizi başkalarının doğrusuna, kendi yanlışımıza da götürebilirler mi? Nasıl? Özellikle günümüzde gelişen teknolojik olanaklarla beynimiz her an yeni bir bombardımana tabi tutulmaktadır. Buna karşı ne yapmamız gerekiyor? Bir de yanlış gelen bazı kavramların toplum tarafından önemsenerek korunması nasıl bir süreçte olanaklı hale gelebiliyor. Kavramlar bazen, çok iyi bir silah, bazen de çok tehlikeli bir zehir olabilen düşünsel araçlardır. Bunu yaparken kendi kavramsal çerçevemizi gözden uzak tutmadan yapalım. O zaman olgusal bütünlüğü sağlamada daha rahat olacağız.

Aslında kavramların ne anlama geleceği ile ilgili olarak öyle nesnel bir ölçüden söz edilemez. İlle de şu kavram şu anlama gelecek diye bir şey yok. Bir kavram hangi sınırlarda bir genişliğe sahipse o kavramın etki alanı da o kadar sınırlıdır denebilir. Başka bir deyişle kavramlar, grupların içinde oluşur. Bir ses grubu olarak ortaya çıkar. Grup içinde ona yüklenilen anlama göre önem kazanır. O kavram o grup bireyleri için de anlamlıdır. Grubun dışında herhangi bir anlamı yoktur. Bu grup etkili oldukça ( etki alanını genişlettikçe) o kavramın da etkilediği insanların sayısı artar. Ancak ne keder geniş bir alana yayılırsa yayılsın, o ortaya çıktığı grubun bir gerçekliğini, bakış açısını, problemlerini ve grubun düşünsel dünyasını yansıtır. Kavramın daha geniş bir alana yansıtması, kavramdaki bu özü değiştirmez. Tam tersine o çevreyi o grubun gerçekliğine doğru sürükler. O grubu kurumlaştırır. Elbette ki her kavram başka insanlar tarafından algılanırken, kullanımda bazı değişikliklere uğrar. Ancak bu değişiklik o kavramın içeriği tam boşaltılıp yeni bir anlam yüklenilmeyince pek de önemli bir değişiklik olarak görülemez. Kavramın içi boşaltılırsa bile zamanla o ilk çıktığı gerçekliğe dönme tehlikesi her zaman vardır. Kavramlar belli bir dilden çıkar. O dilin etkili olduğu yerlere gidince önemli bir değişiklik geçirmez. Dünya çapında yayılmaya başlayınca bazı değişmelere uğrasa bile genellikle o ilk bakış açısını korur. O kavramı kullanan kişi elinde olmadan o kavramı yaratanın açısından olaylara bakar.
Örneğin, “ uzak-doğu kavramı dünya haritasına baktığımız zaman, bizi Japonya, Çin, Hindistan gibi ülkelere götürür. Hepimiz anlaşmış gibi “Uzak-doğu” adını bu bölgeye yakıştırmışızdır. Hiç düşündünüz mü,neden Uzak doğu kavramı orayı değil de başka bir yeri çağrıştırmıyor bize? O bölge kime (daha doğrusu hangi ülkeye) göre uzak doğu olarak isimlendirilebilir. Şimdi dünya atlasını önümüze alalım ve bakalım. Uzak-Doğu, Yakın-Doğu, Orta-Doğu kavramları bizi merkez olan yere doğru yola çıkaracaktır. Bu merkez ya Avrupa, ya da Amerika olacaktır. demek ki Uzak-Doğu kavramını yaratan vatandaş bu iki yerden birinden bakarak bu kavramı oluşturmuştur. O zaman bize düşen, bu kavramın açısının gerçekten nereden bakılarak oluşturulabileceğini diğer insanlara da gösterebilmek için bunu tespit etmek ve kendi insanımıza sunmaktır. Bir Amerikalının gözüyle baktığımızda Japonya’nın gerçekten doğunun uzak bir noktasında olduğunu görürüz. Bu kavramın en doğru olduğu yer şüphesiz ki Amerika birleşik devletleridir.

Durumun Japonya’dan görünüşü hiç de böyle değildir. Yanı bir Japon çıkıp da kendisini “Uzak-Doğulu” olarak nitelendirirse yanlış yapmış olur. Neden uzak doğulu olsun ki? Ona göre dünyanın ille de bir merkezi olacaksa, bu, neden Japonya olmasın? Eğer o da kendisini bir Amerikalının gözüyle görmek istemiyorsa bu kavramı yanlış bulacaktır. Yok eğer kendini bir Amerikalı sayıyorsa ve ne olursa olsun kendi gerçekliğini görmek istemiyorsa söyleneni doğru kabul edecektir.
Atlası gerçekten Japon bir Japon’un eline verin ve dünyanın Japonya’yı baz alarak yeniden isimlendirmesini isteyin. Bakalım aynı kavramlara aynı anlamlar verilebilecek mi? Belki yönler den yine söz edilecek fakat aynı yerleri aynı yönlere yerleştiremeyecektir.
Yine bir orta doğulu, bir Eskimo ya da her hangi başka bir kişi dünyayı yeniden isimlendirirse kendi bulunduğu koordinatları baz alacak ve dünyadaki diğer insanları ona göre isimlendirecektir. Özellikle de yerler için yakındaki, uzaktaki, sağdaki, soldaki ülke gibi isimlendirmelere gidecektir.

Bu isimlendirme olayı sadece harita üzerinde olmaz. Felsefede ,edebiyatta, ve yaşamın diğer bütün alanlarında karşımıza çıkacaktır. Şimdi ben bütün bunları gördükten sonra şöyle demez miyim? “Neden sizin kavramlarınız, sizin hikayeleriniz, romanlarınız bana yön versin? Ben Orta-Doğulu değilim. Ben kendi memleketimdeyim. Bana ille de bir isim verilecekse bu isimlendirmeyi ben yapacağım. Ancak o zaman size kendi gerçekliğimden söz edebilirim. Sizin kavramlarınız haklı olarak sizin gerçekliğinizden fışkırıp çıkmıştır. Benim gerçekliğim size nasıl görünürse görünsün, bana nasıl görünüyorsa benim için o doğrudur. Ben kendi gerçekliğimi sizin gözünüzle görmek istemiyorum. Benim memleketimin asli unsur benim. Bu yüzden de kendi evimde benim kavramlarım geçerli olmalıdır. Bu da ancak benim rahat bir nefes alarak kendi kavramlarımı oluşturmamla mümkün olabilir. Beni rahat bırakın ve herkes kendi evinin kavramlarını oluştursun.

Amerikalılar uzun bir süre Kızılderililere “Vahşi” dediler. Kızılderilileri kendileri için bir sorun olarak gördüler. Onların bir “Kızılderili Sorunu” vardı. Ancak biraz tarih okuyan herkes o bölgede kimin “Vahşi” olduğunu bilir. Kim kimin ülkesinde kime haksızlık ediyor. Amerika kıtasına oldukça geç bir dönemde çıkan Avrupalılar burada yaşayan insanlar gördüler. Bu insanların topraklarına el koydular ve onların karşı koymasını da vahşilik olarak değerlendirdiler. Asıl vahşetin kendi yaptıkları olduğunu gizlemek için böyle yapmaları gerekiyordu. Kendileri çok modern ve uygar (!) oldukları için onların hakkıydı Kızılderililere bunları yaşatmak. Dağdaki gelecek bağdakini kovacak ve bunun adı da modernlik olacak, ne tuhaf. Kızılderili sorunu sözcüğü de sadece Washington uydurabilir. Başka kimse için anlamlı bir kavram değil çünkü. Hele bir Kızılderili için bu söz oldukça anlamsız ve düşmanca kabul edilebilecek bir sözcüktür. Çünkü bir Kızılderili kendisi için bir sorun olamaz. Kızılderili bölgesinde ise böyle bir sorun hiç olmadı. Yalnız beyazlar geldikten sonra bir beyaz sorunu yaşandı. Nereden geldiği ve ne olduğu belli olmayan bir sürü serseri bir kıyıdan karaya çıktılar ve her şeyi yakıp yıkmaya başladılar. Bunu da başlangıçta dostluk ile yaptılar. Sonra dişlerini geçirdikçe yediler. Tüketene kadar bu böyle sürdü. Bu vahşiliklerini örtmek için de buranın asıl yerlilerini kendilerine haksızlık yapıyormuş gibi gösteren kavramlar uydurdular. Kısacası Kızılderili bölgesinde bir “Kızılderili sorunu” yok, tam tersine bir “Beyaz Sorunu” vardır.
Bunun gibi farkında olmadan ve üzerinde düşünmeden bir çok kavram kullanırız. Sürekli bir batıya, bir doğruya kayarız ve çoğu zaman bunun farkında bile olmayız.

Örneğin, İslamiyet ile birlikte düşünce dünyamıza giren her kavram bizi Arapların dünyasına mahkum eder. Orada hapsoluruz. Duasından bedduasına kadar hemen her kavram Arapların yaşamına bizi biraz daha yaklaştırır. Medeniyet kavramını Medine’nin isminden almışız. Kavramın ruhunda Medinelileşmek yatıyor. Medenileşin demek Medinelileşin ile aynı anlama geliyor. Yanı kavramın çıkış noktasına göre Medineli gibi hareket ettiğinizde medeni oluyorsunuz. Bu kavramın Türkçe’deki karşılığı “Uygarlık”tır. Bunun da çıkış noktası “Uygur” kavramıdır. Yanı eğer siz bu kavrama göre bir Uygur gibi hareket ederseniz o zaman uygarsınız demektir. Yanı birine uygarlaş dediğinizde farkında olmadan ona “Uygurlaş” demiş oluyorsunuz. Nasıl bir tuzak ile karşı karşıya olduğumuzu kavramları inceleyerek anlamamız mümkündür. En basit ve masum bir kavram bile bizim dünyamızı ters-düz etmeye yetebilir. Bizi kendimize karşı savaştırabilir.
Bu çıkışa şöyle bir eleştiri gelebilir:”İyi de kardeşim biz, Medenileş deyince Medinelileşmeyi, ya da uygarlaş derken Uygurlaşmayı kastetmiyoruz ki.

Elbette ki bunu kastetmiyorsunuz. Sonra bu iki unsur da (Medineliler ve Uygurlar) bu kavram ile anlatılmak istenen anlamı hak etmiyor. Ne eski Medineliler, ne de eski Uygurlar bu günkü anlamda öyle uygar ya da medeni unsurlar değildi. Eski Medinelilerin medeni olduklarını söyleyemeyiz. Sağda solda kervan soyarak yaşamını sürdüren bir insan kitlesi ne kadar medeni olabilir. Aynı şekilde Uygurların yaşamını nasıl temin ettikleri de biliniyor. Çöl bedevileriyle benzer bir ruhla hareket ederek, yaşamlarını sürdürüyorlardı. Yanı yağma ve kan üzerine kurulan yaşamlar ne kadar uygar olabilir. Burada kastedilen Medine’de hiç iyi ya da olumlu bir durumun olup olmadığı sorunu değildir elbette. Hiç kimseyi iyi ya da kötü olarak değerlendirmek istemiyoruz. Ancak bu günkü medenilik kavramına uygunluk açısından yorumlamaktır. Benzeri bir şekilde Uygur toplumunda bu günkü anlamda iyi insan olup olmadığı değil, genel anlamda uygarlıktan kastedilen şeyin Uygur toplumunda olup olmadığıdır. Bazılarında var bazılarında yok olması gibi bakılırsa hemen her toplumda benzeri bir manzara ile karşılaşılır.

Siz bu kavramları kastettiğiniz şekilde kullanın. Ancak bu kavramların sizi düşürmek istediği tuzaklara dikkat edin demekten başka bir şey demiyorum. Kavramları kendi istediğiniz gibi kullandıktan sonra onların size bir zarar vermesi zordur. Yine de benim size önerim, kendi kavramlarınızı öncelikli kullanmanız. Varsın çok kaba olsunlar, ya da hiçbir çekicilikleri olmazsa bile onlar sizin doğrularınıza göre ortaya çıkmış olduklarından onları kullanmanızı tavsiye ediyorum. Hiç değilse sizi bunların kullanılmasından kaynaklanan bir tuzak beklemiyor. Sizi düşmanınızın terminolojisine çeken her ne ise kendinizi kurtaramazsanız onlara yem olmanız iş bile değildir.

Bazı kavramlar ise lastik gibi her insanın kendi istediği anlamı vermesi olanaklı hale gelmiş. Bu kavramlar nasıl istenirse o anlamlara gelebiliyorlar. Örneğin, bir arkadaş soruyor:Bu kişi inançlı biri mi? Bu soruya siz muhatap oluyorsanız ve o arkadaşın neyi kastettiğini biliyorsanız o zaman işiniz kolay olur. Hemen bir cevap verebilirsiniz. Yok eğer bu soruyu sizin tanımadığınız bir kaynak soruyorsa neye göre cevaplayacağınızı düşünmeniz gerekir. Çünkü soran kişi eğer Müslüman ise onun kastettiği şey farklı, Hıristiyan ise farklı, ve eğer bu bir ideolojik kişilik ise daha farklı bir şey soruluyor demektir.
Bir Müslüman bu soruyu soruyorsa o zaman bu sorunun anlamı şudur:”Bu arkadaş bir Müslüman mıdır? Bir Hıristiyan soruyorsa o zaman, bu arkadaşın bir Hıristiyan olup olmadığı, yine bir ideolojik kişilik ise o kişinin kendisiyle aynı davaya inanıp inanmadığını soruyor demektir. Bu soru bir lastik gibi her anlama gelebilir

İnançsız insan olmaz. Bu sözün anlamı ile bir din adamının anladığı bir durum da kastediliyor olabilir, ya da tam tersi bir durum da kastediliyor olabilir. Çünkü inançsız insan olmaz demek herkesin mutlaka bir şeylere inanması gerekir gibi bir anlam çıkar. Aslında hiçbir şeye inanmayan insanlar yaşama umutlarını da yitirmek durumunda kalmış demektir. İnsanlar ya bilimin geleceğinin daha iyi olacağına, ya da bir arkadaşın doğru söylüyor olduğuna, veya bir tanrının varlığına, ya da yokluğuna vs. gibi bazı şeylere inanırlar. Bir davaya inanan insanlar da inançlıdır, bir davanın olumsuzluğuna inanan insanlar da bir o kadar inançlıdırlar. “İnanç” kavramı herhangi bir düşüncenin ya da dinin tekelinde olamaz.

Dediğim gibi kavramların hangi anlamlara gelebilecekleriyle ilgili olarak nesnel bir ölçü yoktur. Bu yüzden kavramların sizin dünyanızı yansıtıp yansıtmadığına dikkat edin. Yoksa kendinize karşı iyi bir savaşçı yaparlar da haberiniz bile olmaz (bu duyguyu iyi bilirim). Çünkü her kavram bir açıyı yansıtır. O açının kokusunu, tadını, problemlerini, inançlarını vs. dile getirir. Bu açı sizin açınız olmayabilir. Unutmamak gerekir ki her aşık kendi sevgilisini anlatır.